Sizi Unutmayacağım, Sizi Ölümsüzleştireceğim
Gazeteci ve yazar Furkan Karabay, 15 Mayıs 2025 tarihinden bu yana Türkiye'de tutuklu olarak yargılanıyor. Eylül ayında, gazetecilik faaliyetleri ve sosyal medya yorumları nedeniyle “terörle mücadele görevlilerini hedef aldığı” ve Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'a “hakaret ettiği” gerekçesiyle resmi olarak suçlandı. 6 ila 15 yıl hapis cezası ile karşı karşıya. Marmara Cezaevi'nde tecrit halinde tutuklu bulunan Karabay, yazmaya, ve haber yapmaya devam ediyor. İşte onun parmaklıklar ardında yazdığı hikayelerinden birkaçı.
PART 1
Hapishane güçlü mahkum istemez Hapishanenin zemini kaygandır, her an dikkatli olmak, atılan her adımı düşünmek gerekir. Bir sandalyede otururken de volta atarken de yemek yerken de hapishanede olduğunu unutmamalıdır mahkum. Mahkuma temiz su da yoktur, ıslah yöntemi diye devlet boktan arıttığı suyla yıkanmaya da mahkum eder. Herkes kabul eder de vücut kabul etmiyor. İnsan bedeninin kabul etmediğini zorunlu kılar, kıtalara hükmedenlerin torunları. Televizyonda İHA’lardan SİHA’lardan bahsediyordu pırıl pırıl giyinmiş bir gazeteci. Acıyla kıvrandım, dişlerimin arasında milyonların nefreti vardı. “Türkiye’nin her alandaki ilerleyişi, liderliği devam ediyor” diyordu televizyondaki gazeteci. Diz kapağıma uzandım, eşofmanı sıyırıp yarayı tek hamlede kopardım. Vatandaşına boklu su veren devletin İHA’sı, geçer belki gökyüzünden diye başımı göğe kaldırdım, gri bulutlardan başka bir şey göremedim.
“Sayım düzeni beyler!” sesiyle onlarca mahkum avlunun beton zeminini seyrederek sayımdaki yerlerini aldı.gardiyanlar koridorda bağırmaya başladı: “Dikkat yürüyüş kararı sayılacak.” Aklınca onlar da eğleniyordu, sanki burası bir kışla, onlar komutan, bizse erdik. Bir anda doluştu avluya gardiyanlar “Selamın aleyküm!” “Bir iki” diye başladı mahkumlar kendilerini saymaya. Kendini komutan sanan kıdemli gardiyansa elleri arkasında bağlı, gözleriyle mahkumların gözlerini yakalamaya çalışıyordu. Gardiyanlar içeri girip kafalarınca arama yapmaya başladı. Radyolarımıza yaptığımız uzatma kablolar, antenler tek tek kesildi, ranzalara yaptığımız perdeler, ipler söküldü. Her sökme sesinde yaralarımdan bir kabuk parçaladım. Kaşları çatık mahkumlar gözlerini kaçırmamaya başladı. Gözlerde hayal kırıklığıyla nefret, hüzünle bıkkınlık vardı. “Çekil bakayım oradan, alın şu şişeleri de” diye bağırmaya başladı komutan olmayan kıdemli gardiyan. Şişelere su doldurup yaptığımız halterlerle burayı iyileştirmek için yaptığımız ne varsa alıp çıktı gardiyanlar, “Allah kurtarsın” diyerek. Mahkumun spor yapmasını istemez çünkü mahkum sağlıklı ve güçlü olur. Anten çekip farklı müzikler dinlemesini istemez çünkü mahkum mutlu olur. Mahkumun mahkuma sırtını dayamasını istemez çünkü karşısına idareyi alır. Mahkumun makbulü onlar için düşkün, hasta ve muhtaç olandır. Seçmen gibi işte. Kapı kapandı, bölmeleri toparlamak için içeri doluştu mahkumlar. İpler çıkarıldı, halatlar yapıldı, perdeler çekildi, teller çekilip radyonun sesi açıldı. “Yarın gelin koparın, alın, götürün, yarın yine yapalım.”
PART 2
Sizi unutmayacağım, sizi ölümsüzleştireceğim Sabah sayımı için mahkumlar çenelerini eşofmanlarına sıkıştırıp titreyerek avluya adımlarını attı birer birer. Hazır kıta “U” şeklini almış onlarca mahkum yağmur altında gardiyanları beklemeye koyuldu. Soğuk hava ve yağmur mahkumları yakınlaştırıyordu kendine. Omuzlar birbirine sürtüyor hem yalnızlık hem de sıcaklık paylaşılıyordu. Komutan edasıyla sayıma gelen gardiyanlar ipleri kestikten sonra muzaffer askerler gibi çeneleri yukarıda “Allah kurtarsın” diyerek kapıyı bir kere daha suratımıza kapadı. “Allah asıl sizi kurtarsın” diye fısıldadım Toso Dayı’nın yanına sokularak. Sol elinde koğuşun en ağır tesbihini usul usul çeken Toso Dayı, sağ elindeki sigaradan bir nefes çekti, “Bak iki gözüm bu kapı bir gün hepimiz için açılacak ama diri ama ölü, önemli olan buraya nasıl girdiğimiz değil nasıl çıktığımız. Buradan çıkanların kimi anısıyla kimi anasıyla hatırlanır”, “Bir ölümlüye yakışan tek şey onurlu bir yaşam değil midir zaten dayı?” Günün ilk sigarasını ciğerlerime boca ederek yaktım, nefesleri hızlı hızlı çektim, kahvaltılarını donuk suratlarla hazırlayan mahkumların arasından tesbihimden hızlı bir tur çekerek geçtim. “Mazgal açıldı hoca, seni çağırıyorlar, bir baksana gardiyana.” Atladım yataktan mazgala eğildim, temiz yüzlü iki gardiyan gülümsedi, “Hazırlan, sevk oluyorsun.” Sevk haberi koğuştaki tüm bölmelere anında ulaştı. Kimi haftalardır güzel bir film için sakladığı kekini, kimi şampiyonlar ligi için fitilde tuttuğu cipsini, içeceğini getirdi, yanımda götürmem için hazırlanan poşete doldurdu. 5 dakika içerisinde eşyalarım ve erzağım hazırlandı. Başkanla göz göze geldik, “Vay be doktor, gönderiyorlar seni ama biz bir kere sevdiysek bir daha onu bırakmayız.” Merdivenleri ikişer ikişer çıkıp vedalaşmak isteyen gençleri geçip Abdülhalit’i buldum. Kollarımı hissetmeden sarıldım Abdülhalit’e, “Hoca bırakma bizi, gitme, götürmesinler seni kıro” dedi. Tek kelime çıkmadı ağzımdan. Kollarımı hissetmiyordum, bırakamadım Abdülhalit’i, hiçbir akrabama böyle sarılmamıştım sanırım. Sen bir uyuşturucu baronusun Abdülhalit ama baba yarımsın. “En güzel günlerimiz cezaevinde geçti, çocuğumuz büyüdü, büyüdüğünü göremedik, üniversiteye gitti göremedik, evlenecek göremeyeceğiz” dedi Abdülhalit bir yandan da yüzünden eksik etmediği gülümsemesiyle. İçerde dışarıyla yaşamaya başladığında çökmeye başlıyorsun, Abdülhalit şu sıralar dışarıyla yaşamaya başladı. Tek Abdülhalit değil ki biri dışarıyla yaşamaya başlasın hemen yanındakilere de sirayet eder bu duygu. Dile kolay kiminin önünde 5 yıl kiminin 15 yılı var. Dışardayken “suçlu yatsın” dersiniz tabii söylemesi kolay oluyor ta ki yanındaki diğer mahkum sen olunca.
Toso Dayı kalktı yatağından apar topar, elini cebine attı, katladığı kağıdı elime tutuşturdu. Sarıldık, “Dışarıda görüşeceğiz kardeşim” diyerek. Elimdeki tesbihimi bırakıp, “Bunu Ortodoks Aslan’a verirsin” deyip merdivenlerde sıralananlara “Hakkınızı helal edin” diye fısıldamasıyla kapıya yöneldim. Eser’in kaşlarının ortasına oturan merhametle bekliyordu, sarıldı, omzumu öptü, “Devam et, arkandayız” dedi. Başkan gürledi o an “Doktoor” diye sarıldık, “Agaya selam söyle başkan” deyip kapı ağzındaki Toso Dayı’nın parlayan gözlerine baktım. Kapıya adımımı attım, arkamı döndüm, kalbi kırık, elleri nasırlı ve sıkı dimdik mahkumları gördüm. Sizi unutmayacağım, sizi ölümsüzleştireceğim… Silivri Hapishanesi 9 Nolu Kapalı CİK A/80
PART 3
Yatağımın ucundaki demir kapının mazgalı açıldı, “Mahkemen var hazır mısın?”, “Hazırım, hazırım, onlar hazır mı ama bilmiyorum gidince göreceğiz.” 3 dal sigara aldım yanıma, adliyenin nezaretinde çakmak bulursak tellendiririz diye. “Dosya alacak mısın yanına?” dedi gardiyan, “Yok” dedim boşvermişlikli, ne yapacaktım zaten dosyaları, en fazla ceza verir, döneceğim yer yine hapishane değil miydi sanki?
Yüzlere bakınca mahkumların çoğunun 3 no’ludan olduğu anlaşılıyordu. Silivri’de 10 farklı hapishane bulunuyor, amaç suç tiplerine göre mahkumları ayırmak, uyuşturucu, yaralama, hırsızlık, silah, terör, örgüt hepsinin bir “no’lusu” var. Çağlayan Adliyesinin -7’nci katına geldik, kapı açıldı, ikişer ikişer inip jandarmalara bağlanıp nezarete kapatıldık. Adliye nezaretleri tutukluların sosyalleşme alanlarıdır. Kimi suç ortağını, kimi hasmını bekler, kimiyse selam getirip selam götürür. Demir parmaklığın ardına 30,40 mahkum kapatıldık, herkes birbirini gözleriyle tartıyordu, “Acaba hasmım var mı” diye. Devir karışık, hiç tanımadıkları iki, üç aylık gençlik çetesi belki de kendilerini hasım ilan etmişti, bilmiyorlardı. Ancak mahkum mahkuma muhtaçtır, bunu da en iyi yine mahkumun kendisi bilir. Sigara vardı, ancak çakmak yoktu. Herkes ilk taşın atılmasını bekliyordu, sigarası olan sigarasının olduğunu, çakmağı olansa çakmağı olduğunu ilk gösteren olmak istemiyordu ta ki tuvaletin köşesinde bir mahkum sigarasını sahildeymiş gibi çıkarıp yakana kadar. Gardlar düştü, perdeler indirildi, 40 yıllık dostmuşçasına sigarası olanlar köşeye gidip olmayanlara ikram etmeye başladı. Tam o anda jandarma erleri içeri girip sigaraları topladı, ilk deneme atışı başarıyla geçildi, bir daha gelmezlerdi, hemen bir sigara yakıp dönmeye başladık sırayla. En son lisede hızlı hızlı sigara dönmüştüm. “Sen neredensin”, “9 no’lu”, “Allah allah, nasıl başkanlar da orada değil mi?”, “Evet”, “Ne iş yapıyorsun”, “Gazeteciyim”, “Yaş kaç”, “29”, “Evli misin”, “Yok”, “Nerede oturuyorsun”, “Dostum çat çat soruyorsun sorguda gibiyim”, “Ne bileyim hızlı hızlı cevap veriyorsun, ben de aklıma geldikleri soruyorum o yüzden.” Gülmeye başladım karşımda yeni tutuklu uyuşturucu harmanı mahkum vardı, neden sorulara kitlendiği de belliydi, yeni tutuklu olduğu için yoksunluğu üzerinden atamamıştı. Aynı soruları bu kez ben sormaya başladım, kahkahalara boğuldu. “9 no’luyu” duyan da yanımıza gelmiş, İmamoğlu’nu, hücre tipini soruyordu, “İyi de mi tek, gerçi delirir insan orada”, “Televizyon var mı”, “Konuşmadan kafayı yersin”, “Başkanları gördün mü”… Nezaret duman altıydı, kimi daltonlardan, kimi uyuşturucudan, kimi bahis çetelerindendi. Hepsinin ortak fikriyse, “hadi bizi anladık, gazeteci, belediye başkanı, milletvekili, sizin ne işiniz var hapiste?” idi.
PART 4
Tek kişilik hücremin mazgalı açıldı, iki adımda demir kapının dibinde bittim. Tanıdık bir yüz karşıladı gözlerimi, “Yine niye geldin, hoşgeldin”, “Hoş bulduk, iyi misin”, “İyiyim iyiyim, neden geldin yine”, “Aynı ya neden geleceğim başka”, “Hazırlan bir revire gidelim.” Hep kendimi rahat hissettiğim beyaz ayakkabımı giyip çıktım hücreden. Ah bir de deri ceketim olsaydı, ama yok çünkü aklınızda olsun deri hapishanede yasak. Merdivenleri çıkıp revir kapısının önünde beklemeye başladık. Yine aynı merasimleri, aynı yerde aynı kişilerle yaşıyorduk. Olsun, bir önemi yok. İçerisi dışarısı fark etmiyor, hayat tekrarlardan ibaret değil mi zaten? İçeri girer girmez bir tanıdık yüzle daha karşılaştım, “Vay geldin yine he”, “Dışarısı çok fena ne yapacaktık.” Bayram ziyaretlerindeki kısa, tasasız, yormayan diyaloglarla geçiyordu hapishane rutinlerim. “Hadi gel, bir de kurum psikoloğuna görün de aradan çıkmış olsun”, “Olur abi.” Hapishanenin en sevmediğim yeridir psikolog servisi. Sormak için sorulan sorularla, bitsin diye verilen yanıtlar dans eder durur. “Hocam size devamlı müşterimizi getirdim” dedi samimiyetine şüphe etmediğimi bilerek. Kuruldum sandalyeye, uzun süredir minderli sandalyeye oturmamıştım, muayeneyi uzatmaya karar verdim. “Hiç unutamadığın, geçmişten seni sarsan, üzen bir olay oldu mu”, “Tabii ki her insan gibi benimde üzüntülerim sarsıcı ölümlerim oldu.” Konuşmayı uzatmak istesem de yapamadım, hayatta kim bir ölümle sarsılmamış, üzülmemiştir ki? Var hocam var unutamadığım ölümler, öfkeden dişlerimi patlatmak istediğim ölümler var, barakada yanarak ölen gariban çocukları, hapiste açlık greviyle, sokakta polis şiddetiyle, dört duvar arasında devlet işkencesiyle ölenleri unutamıyorum, sizce unutmalı mıyız? Soruları tek düze, uzatmadan yanıtlayıp çıktım odadan hücreme gidip sigara yakmak için. Eşlikçim gardiyanla aynı adımları atarken devrimcilerin slogan seslerini duydum C bloktan. “Slogan seslerini özlemişim” dedim, güldü eşlikçim.
PART 5
Bir şey daha yapmalı Anlatacaklarım, haykıracaklarım var, sesini duyurmam gerekenler, bir an önce yazmam, haber yapmam lazım, nefesim kesiliyor, kelimelerim yetmiyor, kalemim yeterince saplanmıyor gırtlaklarına. Bir şeyler daha yapmalıyım, bir şey daha, haber, hikaye, deneme, savunmalar yetmiyor, ateşi söndürmek için değil alevleri harlamak için bir şeye daha ihtiyacım var, bir şey daha, öykü, haber, kitap… Yetmez bir şey daha lazım “Keşke şu an düşündüğümü, aklımdan geçenleri, henüz yazmadıklarımı dökebilsem kağıda” diye söylendim, bir dediğimi iki etmeyen, babam kadar babalık yapan ağabeyimin getirdiği tesbihi çifter çifter çekerken. Kehribar taşlarını kırarcasına sert ve hızlıca çektiğim tesbih kaç dakikadır elimdeydi, bilmiyordum. Hücremin penceresini açıp bir sigara yaktım, avludaki giderden gelen pis kokuyu dumana boğdum. Evanescence’nin şarkısına denk geldim televizyonda, “Bu nereden çıktı lan” dedim, en son lisede dinlemişimdir herhalde. En azından elektro gitar vardı, sesini duymak bile güzeldi. Bir metalciye göre fazla naif, yumuşak bulmama rağmen dinledim, herkesin bir şekilde bildiği “Bring me to life” şarkısını… Dişlerimi sıktım, romantizme düşen satırlarımı karaladım, tesbihi parmağıma hızlıca doladım. Kulağımda kabuk bağlayan yarayı koparıp yazmam gereken haberi düşündüm. Yarayı koparmakla kalmayıp yok etmem lazım. Kim yapacak, biz yapacağız tabi, biz birilerinin bir şeyler yapmasını bekleyerek göçüp gidenlerden değiliz, olmayacağız da. . Kafamı diğerlerini daha iyi duyabilmek için altımdaki çöp poşetine sürdüm: “Bir şey daha yapmalı, bir şey daha…”