Hoppa till huvudinnehåll
Turkiet
12 min läsning

Ben suçlu olduğum için değil, “suçluların hukuku” iktidarda olduğu için hapisteyim

>>Jag hotar inte Erdoğan, jag varnar honom. Jag ber honom att inte eftersträva inbördeskrig. Jag har inte ändrat mig på den punkten. Inbördeskrig är fruktansvärt. Är det ett brott att säga det? <<
Credits TEXT: Ahmet Altan 22 september 2017
Sayın Yargıç,
İddianame olduğu ileri sürülen, zekâdan ve hukuktan yoksun, ağırlaştırılmış müebbet gibi heybetli bir cezayı taşımaya mecali yetmeyen bu cılız metin ciddi bir savunmayı asla hak etmiyor.
Ama benim hakkımda söylenen yalanları gördüğümde 15 Temmuz’dan sonra hapse atılan binlerce insanın nasıl bir hukuk katliamının kurbanı olduklarını daha iyi anladım. Hakkında yalan söylenen tek insan ben olamayacağıma göre bu tür yalan dolu iddianamelerin zehirli bir sarmaşık gibi yargıya dolanıp onu boğduğunu kabul etmemiz gerekiyor.
Bu iddianameyi yazan savcının yalan söyleme ve saçmalama konusunda gösterdiği pervasızlık, bunun yargı sisteminde bir alışkanlık hâline geldiğini kanıtlıyor.
Bu iddianameyi okuduğunuzda, içinde sanıkların, sanık sandalyelerinin, avukat sıralarının, silahlı jandarmaların, kürsülerin, cübbelerin bulunduğu ve Adliye Sarayı diye adlandırılan yerlerin nasıl bir hukuk mezbahasına döndürüldüğünü rahatça kavrıyorsunuz.
[…]
Mahkeme tarafından tahliye edilen insanların aynı mahkemenin kapısında yeniden tutuklandığı bir utanç ve zorbalık çağında yaşadığımızın, hukukun bizzat hukukçular tarafından katledilmeye çalışıldığı bir zorbalık döneminin tanığı ve sanığı olduğumun elbette farkındayım.
Ama ben, “hukuk bazen uyur ama asla ölmez” diyen atasözüne inanırım. Bugün vurulan, yaralanan, kanayan, komaya sokulan hukukun bir gün sağlığına kavuşup geri döneceğini biliyorum.
Şu anda iktidarda bulunan siyasetçilerle hukukçuların yalnızca bugünü düşünmelerine, 28 Şubat generalleri gibi “bugünün bin yıl süreceğini” sanmalarına karşın ben yarının geleceğini, daima geldiğini bilirim.
Bu nedenle, iddianame olduğu söylenen bu köksüz ve temelsiz metni parça parça ederek, baskının biteceği, hukukun geri geleceği güne şimdiden bir belge bırakmak, bu iddianameye cevaben bir karşı iddianame yazmak için anlatacağım anlatacaklarımı.
Şimdi gelelim iddianame olduğu söylenen bu hukukî garabete.
Ne diyor iddianame?
Birkaç yazımla, bir televizyon konuşmam dışında bu iddianamenin “darbeciliğimize” temel dayanak olarak sunduğu iddia şu:
Biz, darbeyi yönlendirdiği iddia edilen adamları tanıdığı iddia edilen adamları tanıyormuşuz.
[…]
Önce şunu sorayım, birini “tanımak” nasıl bir suç kanıtı olarak kabul edilebilir?
Bir suçluyu tanıyorsanız bu size suçlu yapar mı?
Komşunuz kalpazanlıktan yargılanırsa siz de onu tanıdığınız için kalpazanlıktan yargılanır mısınız?
Ya da komşunuz karısından boşanırsa, onu tanıdığınız için siz de karınızdan boşanmış sayılır mısınız?
Bir eylemden dolayı suçlanabilmeniz, o eylemden sorumlu tutulabilmeniz için bizzat o eylemi yapmış ya da o eyleme katılmış olmanız gerekmez mi?
O eyleme katıldığınızın kanıtlanması gerekmez mi?
[…]
Bu iddianamenin temelini oluşturan suç ne?
Askerî darbe.
Suç tarihi ne?
15 Temmuz 2016.
Ben gazeteciliği ne zaman bırakmışım?
2012’de.
En yenisi suç tarihinden 4 yıl önce yapılmış haberler suça kanıt olabilir mi?
Taraf Gazetesi, hiçbir dönemde Cemaat “lehine süreklilik arz eden” haberler yapmadı.
Yapsaydı da suç olmazdı.
Savcı “örgüt lehine süreklilik arz eden” yayınlara ve söylemlere bakmak istiyorsa AKP’ye bakacak.
Cemaatin örgütlediği bir toplantıda Fethullah Gülen’e “muhabbetlerini” sunan Tayyip Erdoğan’a bakacak. Meclis kürsüsünden Gülen’i kendini parçalayarak savunan bugünkü Adalet Bakanı’na bakacak.
Cemaati sürekli savunanlar onlar.
Bu bir suçsa onlar neden tutuklu değil? Suç değilse bu boş laf bu iddianamede ne arıyor?
[…]
Şimdi gelelim biraz daha ciddi konulara.
Önce şu Balyoz meselesinden başlayalım.
Savcının tarif ettiği suç ne?
[…]
Suç bu: Örgüt mensubu olmayan subayların tasfiyesi, yerine örgüt mensuplarının yerleştirilmesi ve darbe zemininin hazırlanması.
Savcı bu suç tarifinin içine çok da ilginç bir kelime yerleştiriyor:
“Bu süreçte…”
Hangi süreç bu?
2010’dan 2016’ya uzanan 6 yıllık bir “süreçten” söz ediyor?
Suç, bu 6 yıllık “süreçte” işlenmiş.
Bu 6 yıllık süreçte “suçlular” bazı askerleri tasfiye, bazı askerleri tayin ederek 15 Temmuz darbesinin zeminini hazırlamışlar.
Savcı cevap verilmesi gereken bir soruyu getirip koyuyor önümüze:
6 yıllık bu süreçte bu suçu kim işledi?
Savcı akılları zorlayan bir “saflıkla” bu suçu benim işlediğimi söylüyor.
Zekice bir soruya aptalca bir cevap veriyor ama cevabın saçmalığı sorunun
yakıcılığını ortadan kaldırmıyor.
Balyoz darbe haberlerini ben yayınladım. O haberlerin yayınlanmasının tek sorumluluğu bana aittir. O gazetenin genel yayın müdürü bendim, benden başka kimse o haberlerin yayınlanmasına karar veremezdi.
“O haberleri yayınlamak suç mudur, değil midir” sorusuna cevap vereceğim daha sonra.
Ama önce savcının “6 yıllık süreçte” işlendiğini söylediği “tasfiye ve terfi” işlemlerinin “suçlusunun” kim olduğunu bir bulalım.
İzninizle önce bir soru sorayım.
Bir gazete, 2010 yılında yayınladığı bir haberle 2016’ya kadar 6 yıllık süreçteki bütün askerî tasfiye, tayin, terfi işlemlerini yapacak bir güce sahip midir?
Ben, 2010’da bir haber yayınlayarak 2016’ya kadar bütün tayin ve terfileri gerçekleştirebilir miyim?
Üstelik de 2012’de gazeteciliği bırakarak bunu yapabilir miyim?
Ne kadar şeytanî bir zekâya, ne kadar stratejik bir dehaya, ne kadar ölümcül bir kötü niyete sahip olursa olsun hiç kimse altı yıllık süreci tek başına belirleyemez.
Hele bir gazeteci bunu hiç yapamaz.
Altı yıllık süreçte bu kadar tayin, terfi, tasfiye yapılabilmesi için devletin içinde büyük yetkilere sahip insanların organize bir çalışma yapması gerekir.
Altı yıllık süreçte bu organize çalışmayı kim yaptı peki?
Bunun cevabını bulmak zor değil. Cevap çok açık.
Bu tayinlerin, terfilerin altında kimlerin imzaları varsa onlar yaptı.
O tayin ve terfilerin altında benim imzam var mı?
Yok.
Kimlerin imzası var peki?
Bu “süreçte” görev yapmış genelkurmay başkanlarının, Yüksek Askerî Şûra üyesi generallerin, hükümet üyelerinin, başbakanların ve cumhurbaşkanlarının.
Ve bu altı yıllık süreçte hiç değişmeyen tek bir imza var.
Başbakan ve Cumhurbaşkanı olarak Tayyip Erdoğan’ın imzası.
Savcı suçu tarif ediyor, bu suçun bir “süreçte” işlendiğini söylüyor, suçluların kim olduğunu işaret ediyor, sonra da dönüp benim cezalandırılmamı istiyor.
[…]
Ben suçlu olduğum için değil, “suçluların hukuku” iktidarda olduğu için hapisteyim.
Bazen olur böyle şeyler. Hukuku savunduğun, haklı olduğun için hapse girersin. Suçu işleyen de savcı rolüne girebilir.
Ama kimse korkmasın, telaşlanmasın. Bu çok uzun sürmez. Hukuk bir gün uyanır.
[…]
Zaman senin zamanın.
Ama zaman değişir, zaman hep değişir.
İktidarların, zorbaların sorunu da bu gerçeği bir türlü görmemeleridir.
28 Şubat’ın generalleri de “28 Şubat’ın bin yıl süreceğini” sanıyorlardı. O generallerin savcıları da insanları içeri atıyordu.
Biz o zaman da “bu böyle gitmez, hukuksuz davranmayın, hukuka dönün” diyorduk.
Böyle söylediğim için defalarca yargılandım.
Ne oldu?
Sürdü mü?
Sürmedi. Süremezdi.
Bugünkü zorbalıklar, baskılar, haksızlıklar, hukuksuzluklar da süremez.
Baskı rejimleri kibrite benzer. Etrafı yakıp kül ederken kendileri de kendi ateşleriyle tutuşup tükenirler.
Hukukla ekonomi arasında ciddi bağlar vardır çünkü.
Siz baskıyı artırıp hukuku boğdukça ülkenin güvenilirliği yok olur. Hukuksuz ve güvenilmez ülkelerde iç ve dış yatırımlar durur. Ekonomi çöküşe geçer. Enflasyon, işsizlik patlar gider.
İnsanlar çocuklarına tek bir köfte yediremez, bir muz alamaz.
Çocuklarının lokantalara, pastanelere, manavlara o arzu dolu sessiz bakışları karşısında çaresizce acı çeker, kendi çocuklarından utanır hâle gelirler.
Sonunda çocuklarının aç bakışlarına dayanamaz ve bütün bunlara neden olan siyasî iktidarı gönderirler.
Bugün bu ülkede yaşanan süreç tam da budur.
Bizim gibi insanları hapse atacağız derken hukuku yok edip ekonomiyi batırıyorlar.
Avrupa Konseyi, Türkiye’yi 2004’den beri ilk defa “denetime” aldı. Darbe döneminin Türkiye’sine davrandıklarını gibi davranıyorlar çünkü bugünkü siyasî iktidar darbeci askerlerin zorbalığını benimsedi.
Avrupa’nın değerlerinden uzaklaşmanın faturası bu ülkeyi ekonomik bir cehenneme çevirecek.
İşsizlik, pahalılık, çaresizlik, açlık artacak.
Siz sürebilir mi sanıyorsunuz bir iktidar bu şartlarda?
Sürmeyeceğini, süremeyeceğini göreceksiniz.
Bizi hapse atmak, yalan dolu iddianameler yazmak kurtarmaya yetmez bu iktidarı.
Bu iktidar Türkiye’yi yakarken kendini de tutuşturup yok ediyor.
Her gün kendi ateşiyle tükeniyor.
Kendilerini de Türkiye’yi de yakmamaları için çok uyardık, hâlâ da uyarıyoruz.
Onların cevabı da savcılarıyla polislerini gönderip bizi hapse atmak oluyor.
Bunları söylemek, hukuka dönün, zorbalığı bırakın demek darbecilik mi oluyor?
İktidarın artık hiçbir eleştiriye dayanamayan zavallı çaresizliği bu. Türkiye’yi yakarken kendilerini de öyle bir yaktılar ki cılk yara oldu her yanları.
En küçük bir eleştiri tenlerine değdiğinde canlarını delice acıtıyor, cevap veremiyor, polisleriyle savcılarını gönderiyorlar.
Bugün yaşadığımız maceranın özeti bu zavallılık işte.
Hapiste olanların değil, hapse atanların zavallılığı.
[…]
Savcı, bizi programda “Cumhurbaşkanı Erdoğan ve hükümet üyeleri hakkında tehdit ve hakaretvari söylemlerde bulunmakla” suçluyor.
Anlatımın kusuruna bakmayın. Anadilini düzgün kullanamadığı için cümleyi böyle yazmış.
Bizim Erdoğan’ı ve hükümeti tehdit edecek bir güce sahip olduğumuzu düşünmesi çok sevimli değil mi gerçekten?
Adamlar hukuk falan tanımadan bizi sallasırt edip hapse atmışlar, savcı “bunlar Erdoğan’ı tehdit ediyorlar” diyor.
Nasıl tehdit ediyorum ben Erdoğan’ı?
“Hukuk vardır” diyerek mi?
“Böyle giderse seçimi kaybedeceksin” diyerek mi?
Nasıl tehdit ediyorum?
Gerçekten benim onları tehdit edecek bir güce sahip olduğumu düşünüyorlarsa, benden bu kadar korkuyorlarsa, bunu eğlenceli bulurum doğrusu, onu da söyleyeyim.
Bunu eğlenceli bulmayacak birinin çıkacağını da sanmıyorum.
Bir de şu “hakaretvari söylemler” lafını çok sevdim.
Ne demek “hakaretvari” Sayın Yargıç?
Bu kavramın yasalardaki karşılığı ne?
Eğer hakaret ettiysem “hakaret” demesi gerekir, ki bu eylemin ceza kanununda başka bir maddesi var zaten. Darbecilikle ilgili bir suç değil.
“Hakaret” demiyor. Belli ki hakaret etmediğimi o da görüyor.
Peki, “hakaretvari” demek sert eleştirmek mi?
Eleştirmek suç değil.
E, bu “hakaretvari” ne demek?
Suç uyduracağım derken savcının aklı iyice karışmış gözüküyor.
Sonra diyor ki bu siyasî iktidarın “yaptıkları iş ve işlemlerin hukuka aykırı olduğunu söylüyorlar.”
Bu siyasî iktidarın hukuka aykırı işler yaptığını söylüyormuşuz.
Evet, aynen öyle söylüyorum.
Bir siyasî iktidarın hukuksuz işler yapmasını eleştirmek, “yapma” diye uyarmak suç mu?
Darbecilik mi?
Uyarmayalım mı iktidarı?
Savcı, “uyarmayın, eleştirmeyin, konuşmayın” diyor.
Savcının bunu söylemeye hakkı yok.
Benim iktidarın hukuksuzluklarını eleştirmem savcıyı hiç ilgilendirmez.
Onun işi iktidarın hukuksuzluklarını izlemek, soruşturmak, kanıt bulduğunda dava açmak. Ama nerede onda bu cesaret…
O, hukuksuzluğun değil, hukuksuzluğu eleştirenlerin peşine düşüyor. Tipik bir AKP dönemi savcısı.
“Kısa süre içinde ülke yönetiminden gideceğini söylüyorlar bu iktidarın” diyor.
Evet, aynen öyle söylüyorum.
İlk başkanlık seçimlerini de kaybedeceklerini düşünüyorum.
Bir siyasî iktidarın gideceğini söylemek suç değildir. Sorunlu olan, ne olursa olsun iktidarın asla gitmeyeceğini söylemektir.
İktidarlar gelir gider.
Siyaset budur, demokrasi budur.
[…]
Şimdi en güzel yere geldik.
AKP iktidarının ülke yönetiminden gideceğini söyleyerek, “bu söylemler kapsamında darbenin gerçekleşeceğini” beyan etmişiz.
Darbe girişimini terör örgütüyle fikir ve eylem birliği içinde olmadan bilmemiz mümkün değilmiş. Amacımız gerçekleşecek darbe girişimini meşrulaştırmakmış.
Ve böylece maskesini indirip ağzındaki baklayı çıkarmış oluyor.
Bu savcı, sayfalarca süren laf salatasından ve saçmalıklardan sonra asıl söylemek istediğini nihayet söylemiş oluyor okuduğum bu son paragrafta.
Savcı, 15 Temmuz’da darbe olacağını bildiğimizin ve darbecilerle “fikir ve eylem birliği içinde olduğumuzun” kanıtı olarak hangi sözümü kanıt gösteriyor?
“AKP iktidarı ülke yönetiminden gidecek” demişim.
Aynen böyle düşünüyorum.
Bir siyasî partinin iktidardan gideceğini söylemek nasıl darbecilerle “eylem birliği” içinde olduğumuzu kanıtlıyor?
Daha önce de sordum, bir daha soruyorum:
Bu savcı ne düşünüyor? AKP’nin asla iktidardan gitmeyeceğini mi?
Neye dayanarak böyle düşünüyor?
Ekonomi cehenneme dönmüş, turizm batmış, işsizlik patlamış, hukuka güvensizlik had safhaya varmışken, bütün bunların sebebi olan siyasî iktidarın asla ülke yönetiminden gitmeyeceğini düşünmesinin dayanağı ne?
Bu savcıya göre AKP seçimle işbaşından gidemez mi? Neden seçimle gidemez?
Savcı bizi darbecilikle suçlamadan önce bunu açıklamak zorunda.
Hangi bilgiye dayanarak AKP’nin asla iktidardan seçimle gitmeyeceğini iddia edebiliyor?
Hangi bilgiye dayanarak AKP’nin gideceğini söyleyen herkesin darbeci olduğunu iddia edebiliyor?
AKP yöneticileri “biz asla seçimle gitmeyeceğiz” mi dediler, savcıyı buna mı inandırdılar?
Nedir?
Birisi bana bu savcının mânâsız, mesnetsiz iddialarının gerekçesini açıklasın.
Bakın bir daha söylüyorum, bir partinin iktidardan gideceğini söylemek asla suç değildir. Gitmeyeceğini söylemek suçtur.
[…]
Bu ülkede fikir özgürlüğü yok Sayın Yargıç.
Benim bu mahkemede yargılanmam bile fikir özgürlüğü olmadığını kanıtlamaya yeter.
Solcu, Kürt, liberal, Atatürkçü, ulusalcı, muhafazakâr 160’dan fazla gazeteci hapiste bugün.
Aralarında büyük görüş farklılıkları olan bu insanların ortak özelliği ne?
AKP muhalifi olmak.
Sadece bu tablo bile bugün fikir özgürlüğünün ve hukuk sisteminin bu ülkede ne hâlde olduğunu ortaya koyuyor işte.
Bu gerçeği bütün dünya görüyor.
Türkiye’de fikir özgürlüğü olduğunu iddia eden bu savcı, beni darbecilikle suçlamak için üç de yazımı almış iddianameye.
Fikir özgürlüğü var ama yazılar darbecilik sayılıyor.
Sevsinler fikir özgürlüğünü.
“Mutlak Korku” başlıklı yazıda Erdoğan’ın anayasaya uymadığını, bütün yasaları çiğnediğini söylemişim. Yasama, yürütme ve yargıyı denetim altına alan bir diktatör olduğunu, siyasî hayatının sonuna geldiğini söylemişim.
Ve, “sanırım kötü bir piyesin son perdesini seyrediyoruz. Bedeli biraz ağır oluyor ama biteceğini bilmek gene de iyi” diye yazmışım.
Kendimle tamamen aynı fikirdeyim.
Erdoğan, “fiilî” başkan olduğunu söyleyerek, Anayasa Mahkemesi kararlarını tanımadığını söyleyerek anayasayı çiğnedi.
Güçleri tek elde toplamaktan bahseden de zaten kendisi. Güçleri tek elde toplayan siyasetçiye de diktatör denir.
[…]
Benim bu yazım Osman Özsoy diye birinin Erdoğan’ı “tehdit ettiği” döneme rastlamış. Savcının karışık Türkçesinden ne dediğini tam anlamadım ama sanırım bunu söylemek istiyor.
Osman Özsoy’u tanımıyorum.
Erdoğan’ı tehdit etti mi etmedi mi hiçbir fikrim yok.
Ama bir başkasının sözleriyle ben nasıl suçlanabilirim?
Bizim savcı ipi kopmuş uçurtma gibi, uçup gidiyor. Birisinin bir şey söylediğini iddia ediyor, bunu da benim hakkımdaki iddianameye koyuyor.
Hiç tanımadığım birinin söylediğini iddia ettiği sözlerle benim suçlu olduğumu kanıtlamaya kalkıyor.
Ben Erdoğan’ı tehdit etmiyorum, uyarıyorum. “İç savaş isteme” diyorum.
Aynı şeyi şimdi de söylüyorum.
İç savaş korkunçtur.
Suç mu bunu söylemek?
Üçüncü yazım da “Montezuma” başlıklı yazım.
Erdoğan’ın askerî vesayet isteyen ulusalcılar tarafından esir alındığını söylemişim.
Evet, söyledim.
Şimdi de söylüyorum.
Erdoğan’ın Rusya ve Suriye politikalarını belirlediklerini, arabuluculuk yaptıklarını zaten ulusalcıların kendileri de açıklıyor.
Bunu söylemenin darbecilikle ne ilgisi var?
Savcı hep aynı noktaya geliyor:
“Erdoğan’ı eleştirmek darbeciliktir” diyor.
Ben de “hayır” diyorum.
Bir siyasetçiyi eleştirmek darbecilik değildir. Erdoğan bir siyasetçi. Son beş yılda çok fazla hata yapmış bir siyasetçi.
Tabii ki eleştirilecek.
Ülke gözümüzün önünde çöküyor bu yanlış politikaların sonucunda.
Bunu eleştirmeyeceğiz de neyi eleştireceğiz?
Savcı savcılık yapmıyor.
Bir yasakçılığın sözcülüğünü üstleniyor, görevini kötüye kullanıp bir siyasetçinin fedailiğine soyunarak herkesi tehdit ediyor.
Bütün bu iddianamenin, bu iddianamenin içindeki yalanların özeti bu.
Bu iddianamedeki yalan dolu suçlamalara vereceğim cevaplar bunlar.
Bir tek kanıt bile ortaya koyamayan bu yalan dolu iddianamenin tek amacı insanları korkutmak ve susturmak.
Dünyanın hiçbir gelişmiş demokratik ülkesinde insanlar bu suçlamalarla hapse atılıp yargılanmaz.
Sırf fikirlerimizden ve eleştirilerimizden dolayı bizi hapse atıp yargılamak bu ülkenin ve bu ülkenin yargı sisteminin utancıdır.
İnsanları nedensiz yere tutuklayan, yalan dolu iddianamelerle insanları yargılayan bugünkü adalet sistemine güvenim yok.
O nedenle bir talebim de yok.
Vereceğiniz kararın benimle bir ilgisi olmayacak.
John Fowles, bir romanında “dünyadaki bütün yargıçlar verdikleri kararlarla yargılanır” der.
Doğru bir söz.
Bütün yargıçlar kendi kararlarıyla yargılanır.
Siz de kendi kararlarınızla yargılanacaksınız.
Nasıl yargılanmak istiyorsanız, hakkınızda nasıl hüküm verilmesini istiyorsanız, nasıl hatırlanmak istiyorsanız öyle karar verin.
Hakkında hüküm verilecek olan sizsiniz çünkü…
Vaktiniz ve sabrınız için teşekkür ederim.

Like what you read?

Take action for freedom of expression and donate to PEN/Opp. Our work depends upon funding and donors. Every contribution, big or small, is valuable for us.

Ge en gåva på Patreon
Fler sätt att engagera sig

Sök