Skip to main content
Writers in exile
7 min read

Scabs on the soul

Bu bölüm, Türkçesi 2021 yılında yayınlanmış olan Ruhumdaki Yaralar romanımdan bir parça. Roman, Paris’te yetişmiş bir Türk gazeteci olan Derin’in Ermeni Soykırımı gerçeği ile yüzleşmesi üzerine kurulu.

Credits Yazar: Barbaros Altuğ Fotoğraf: Dilan Bozyel January 21 2022

Geçmişe Yolculuk
Uçak yükseldikçe gelen o ferahlama hissi. Sanki bir daha geri dönmek zorunluluğu yokmuş gibi bir hafiflik. Bulutlar. Uyku.

Nice. Beraber gittiğimiz ilk tatil. Emmanuel hem sevinçli, hem şaşkın, hem de rahat, her zamanki gibi. Ben biraz gergin, sebepsiz yere huzursuz ve biraz endişeli. Henüz içimdeki bu tuhaf endişenin sebebini bilmeden.

Nice. Orada beraber geçirdiğimiz üç gün ikimiz için de hayatımızın en güzel günleriydi, ben o zaman öyle sanıyordum. Kaldığımız ucuz pansiyondan kaptığımız havlularla gittiğimiz çakıltaşlı plajda birbirimize sarılarak uyumuş, uyandığımızda yanımızda uzanan yaşlı karı kocanın gülümseyerek bize baktığını farketmiştik. Yanlarında getirdikleri soğuk pembe şarabı plastik kadehlere koyup bize uzatırken “burada gördüğümüz en güzel çiftsiniz” demişti ellerinde yaşlılık çilleri çıkmaya başlamış kadın. Sonra gülüşerek konuşmaya başladık. 37 senedir beraberiz dedi, hiç evlenmedik. Belki de sırrı budur diye gözlerinin içine bakarak elini okşadı adam kadının.

Siz?

Birbirimize baktık, iki yıl dedi Emmanuelle. Sonra da bana sarıldı. Başını bir kedi gibi göğsüme koydu, en sevdiğim haline büründü. Güneş batana kadar plajda konuşarak şarap içtik. Üstümüzde hala sadece bikinilerimiz, elele otele yürürken biraz sarhoş ama çok da mutluyduk.

Ertesi gün Emmanuelle uyurken Paris’e gidecek uçağa yetişmek için sessizce odadan çıktım. Yaz güneşi odayı hafiften ısıtmaya başlamış, Emmanuelle’in güneş yanığı yüzüne, açık renk perdenin aralığından süzülen ışıklar vurmaya başlamıştı. Eğilip alnından öptüm. Yastığa dağılan sarı saçlarına dokundum. Sevgilim. Onu sonra, hep bu haliyle hatırlayacağımı henüz bilmiyordum.

Yere İniş
Her güzel rüyanın sonu var. Hostesin usulca omzumdan sarsmasıyla gözlerimi açtım. “İnişe geçtik, kemerinizi bağlar mısınız?” dedi sakin ve huzurlu bir gülümsemeyle. Sanki uyandırmaya çekinir gibi kısık sesle konuşuyordu.

Istanbul. Uzaktan ne kadar güzelsin. Pencereden bakarken, belki daldığımda gittiğim Nice günlerinden, belki her Istanbul’a geldiğimde babamı hatırlamaktan, belki de gece boyu beni uyutmayan Vahan Bey’in anlattıklarından gözlerim doldu.

Vahan’ın Hikayesi
Emmanuel ve annesi pat diye kalkınca, bir müddet karşılıklı susarak oturduk. Elimizdeki şampanya kadehleri tek ortak noktamızdı. Ne o ne ben nereden başlayacağımızı bilmiyorduk. “Istanbul’a gidiyormuşsunuz” dedi sonra. Sesi sakin ve huzur vericiydi. Sadece başımı salladım. “Ben Istanbul’u hiç görmedim” dedi. “Annem anlatırdı. Babamla gittiği Boğaz’ı, teyzemlerin oturduğu Tatavla’yı, Kapalıçarşı’yı”. İçini çekti. “Okula başladığımda gidecektim. İlk yaz tatilimizde. Babam söz vermişti. Ama okula başlamak kısmet olmadı.”

“Sizi üzmek ya da yaralarınızı deşmek değil niyetim kızım. Asla böyle bir şey düşünmeyin lütfen”. Sonra derin bir iç çekti, sesi biraz daha yumuşadı “Ama Jacqueline” dedi. “O kadar ısrar etti ki tanışmamız için”. Masaya eğildi, sanki Emmanuelle’in annesinin kulakları lokantanın her yerindeydi de ne söylersek duyacak gibiydi: “ Biliyorsunuz, eğer bir şeyde ısrarcıysa ondan kurtulmanın tek yolu kaçmak değil ölmektir. Kocasının yaptığı gibi. Zaten 3-5 yılım var, bari istediğini yapıp hayatımı kurtarayım dedim ben de”.

İkimiz de hem şampanyanın hem de durumun verdiği sinir bozukluğunun da etkisiyle son sözlerine katılarak gülmeye başladık. Tuhaf bir biçimde, içime bu yaşlı adamı sevecekmişim hissi geldi ve garsona gelmesini işaret ettim “Madem ölmüyoruz içelim bari” dedim. Sonra Vahan Bey bana kadehini uzatırken “Türkçedeki en güzel roman cümlesidir hem” dedi. “İntihar etmeyeceksek içelim bari”. Kadehlerimizi tokuşturduk. Şimdi daha da çok sevmiştim onu işte! O andan sonra Doktor Vahan Marian’ın hikayesini ilk ağızdan dinlemeye karar verdim.

Garson şampanyalarımızın yanına istediğimiz taze ekmek ve peynir dilimlerini servis ederken iyice rahatlamıştık. “Dedim ya” dedi, kalsa kalsa 3-5 senem kalmıştır, tarih olduk biz hanım kızım”. Bunu söylerken dedemin de bana “hanım kızım” dediğini hatırladım. “Dedenden bile yaşlıyımdır ben. 1910da doğdum. Ovacık’ta. Çiftçiydi babamlar. Dedem, babam, iki de amcam. Annem 15 yaşındayken evlenmişler. Babam 30unu geçmiş. Arka arkaya üç kız doğurmuş annem. Sonra da ben, en küçük. Tek erkeğim ya, çiftçi olacağım ben de elbette; nerdeyse tarlada büyüdüm. Hala geceleri ara sıra rüyamda o ayçiçekleri büyüyen tarlaların arasında koşarım beş yaşımdaki halimle”. Bir eliyle diğerini kaşır gibi yaptı “o günden beri ne gördüm ne dokundum, ama o ayçiçeklerinin eli dalayan tüylerini bile unutmamışım”.

Ellerine bakmaya ara verip terden burnundan kayan gözlüğünü düzellti. Sonra gözlerimin içine baktı “Ben bunları Fransa’ya geldikten beri kimseye anlatmadım. Jacqueline üsten hikayemi bilir o kadar. O kadarı bile ona fazla geliyor. Ne benim acımı ne senin acını bizden başkası anlamaz kızım. Ben biraz anlatayım da sen istediğin yerde durdur beni. Ama Istanbul’a gitmeden bir dinle istedim. Orada yerde yatan, cenazesine katılacağın çocuk da bizim vatanımızdan biridir. Ailesi şimdi bizimle aynı acıdan geçiyor”.

Gözlerimin içine bakarak sustu. Sanki devam etmek için iznimi bekliyor gibiydi. Başımla hafifçe devam edin anlamında bir hareket yapınca derin bir nefes aldı, bir müddet daha sustu ve çok taze, ama acı bir anıyı anlatır gibi kısıldı sesi. “Ben o ayçiçek tarlalarında koşup dururken yazın sıcağında uzaklardan feryatlar yükseldi bir gün. Beş yaşını yeni bitirmişim, aileden başka bildiğim dünya yok. Eve doğru koşmaya başladım. Baktım anam babam amcamlar ortada, etraflarında askerler. Ana diye bağırdım. Anam ağlıyor. Ona gitmeye çalışıyorum. “Bu senin mi?” dedi anama bir asker beni kolumdan tutup. “Oğlumdur, gelsin bırakın” dedi annem. Koşup bacaklarına sarıldım. Sesimi çıkaramadım hiç. Hepimizi kağnılara koydular, babam soruyor kağnıyı süren adama, yanımızdaki askerlere. Ya bilmiyor onlar da ya da emir almışlar, bilmiyoruz diyorlar hep. Bir bozkırın ortasında kağnıdan indirdiler bizi. Neresi hala bilmem. Bundan sonrasını yürüyeceksiniz dediler. Herkesin elinde birer çıkını var. Orada anladık ki tek biz değiliz. Her bir ilden, köyden, kasabadan Ermenileri toplamışlar. Ellerinde birer çıkınla. Ne koyabilirsen bir çıkının içine artık”. Sustu. Başını önüne eğdi. Gözlüklerini çıkarıp cebinden çıkardığı beyaz mendiline sildi. Gözlerimi başka tarafa çevirdim gözlerini de silebilmesi için.

Sonra bir nefes alıp devam etti. “Aylar sürdü. Ben diyeyim dört sen de beş ay. Arada geçtiğimiz yerleri kervana yeni katılanlara soruyorduk. Afyon’dan geçmişiz, Konya’dan… Sonra bir yerde, adını sonradan öğrendik, Tarsus’un dışıymış, silahlı adamlar etrafımızı çevirdi. Kadınları korumak isteyen erkekleri öldürmeye başladılar. Kadınların çıkınlarını ellerinden aldılar. Giden gitti dediler. O kargaşada biz anamla babamların izini kaybettik. Sonradan öğrendik ki çoktan öldürmüş çeteler meğer onları. Biz yola devam edelim diye söylememişler etraftakiler.”

Önündeki içkiden bir yudum aldı. “Biz kalanlar yola devam ettik. Arada başka silahlılar geldi, kadınları taciz ettiler, kalan erkeklerin takma altın dişlerini söktüler. Ben tarlada fare görsem korkan çocuktum. Ağzı burnu kanlı adamlara kadınlara su taşır oldum. Öğreniyormuş insan korkmamayı.”

“Fransa’ya nasıl geldiniz peki?” diye sordum. “Azalarak” dedi. “Kala kala bir annem, bir küçük ablam, bir de ben kalmıştık zaten”. Derin bir nefes aldı. “Ablam onu geride bırakıp buraya gelmemizi hiç affetmedi. Ne kendisi bizle görüştü, ne de çocuklarının benimle görüşmesine izin verdi”. Gözlerime baktı. “Ben göremedim ama sen çocuklarını göreceksin” dedi. Jacquline’in bizi alelacele buluşturma sebebi böylece ortaya çıkmıştı.

Her şeye rağmen yaşamak
Uçağın inmesi uzadıkça aklım Vahan Bey’in hikayesiyle doluyordu giderek.

Küçücük yaşında korkunç şeylere tanık olmuştu. Gözünün önünde ablasına tecavüz edildiğini, başka kadınların bileziklerini almak için ellerinin kesilip koparıldığını görmüştü.

Bu hikayelerin bir kısmını biliyordum. Babamın bana bıraktığı, daha doğrusu ölümünden sonra annemin kaldırdığı yerlerden bulup gizlice okuduğum kitaplarından. Ama ilk kez yaşayan birinden dinliyordum.

Halep’e vardıklarında ablasını arkalarında bırakmışlardı çoktan. Annesi tecavüzden, öldürülmesinden korktuğu, artık hayatta kalan tek kızını kurtarmak için zengin ama yaşlı bir Türk tüccara vermişti. Etraftakiler küçük Vahan’ın kulaklarını kapasa da ablasının feryatları duyulmayacak gibi değilmiş: “Her şeyi unutmasam da hatırlamamayı başardım” demişti anlatırken. “Ama ablamın feryatları hala, yıllar sonra bile rüyalarıma giriyor”.

Hayganuş çoktan ölmüştü ama Vahan Bey uzun süre iz sürmüş, ablasının çocuklarının, torunlarının Istanbul’da yaşadığını öğrenebilmişti. Vahan Bey’in ölmeden önceki son ve belki de tek arzusunu, yeğenlerini görmek, tanımak, hiç olmazsa konuşmak isteğini yerine getirmek için de önemli ayrıntıları asla atlamayan ve her derdin çözücüsü rolünü fazlasıyla önemseyen Jacqueline tarafından ben seçilmiştim. Çünkü Vahan Bey’in ablası Hayganuş’un en küçük torunu, benim cenazesine katılmak için gittiğim gazeteci Hrant Dink’in Agos gazetesinde çalışıyordu. Nasıl olsa gazetedeki çoğu insanla röportaj yapıp görüşeceğim için en azından bu konuyu Vahan Bey’in yeğenine açmam çok da zor olmayacaktı Jacqueline’e göre.

Like what you read?

Take action for freedom of expression and donate to PEN/Opp. Our work depends upon funding and donors. Every contribution, big or small, is valuable for us.

Donate on Patreon
More ways to get involved

Search