Skip to main content
Europe
7 min read

Mahkumun özgürlüğü, toplumun tutsaklığı.

Credits Text: Muharrem Erbey October 13 2015

Dört yıl dört ay yirmi gün sonra 14 Nisan 2014 günü tahliye olunca eşime çocuklarıma sarılabildim. Dışarıda onlara özgürce sarılmanın bana hissettirdiğini anlatmam. Dışarıya çıkınca insanların daha çok ekinomik sorunlar yaşadığını, daha çok yalnızlaştığını, durmadan koşuşturduklarını, eskisine göre daha da hızlı yaşamaya çalıştıklarını gördüm. Durmadan hızlı dönen dünyayı gördüm. Bürodaki avukat ortağım beni dolandırdı. Tüm davalarım dosyalarım düştü. Aile düzenim, işlerim karmaşık hale gelmişti. Evimi değişmişti, bürom değişmişti. Moralim oldukça bozuldu. Tam da bu arada İsveç’ten gelen güzel haberle moralim düzeldi. İsveç PEN’in 2014 Tucholsky Ödülü bana verilmişti. İsveç’e ailem ile birlikte yaptığımız gezi ve ödül töreni oldukça onur vericiydi. İsveç’te çok güzel insanlar bana hep destek oldu. İsveç PEN, İsveç Parlamentosu, Sınır tanımayan avukatlar, Kürt dostlar, yazar dostlar aktivistler beni hep destekledi. Onları asla unutmayacağım. İçeride roman yazdım. Romanınım adı Günahkarlar Kalesi. Orada baş kahramanları Amina ve Jacop’tur. Her ikisi de İsveç parlamenterleri olup bana hep mektup yazan dostlarımdır. Yazar dostum Fırat Cewheri beni hiç yalnız bırakmadı.

Cezaevi benim için tam bir inziva merkeziydi. Orada çok okudum, tefekküre daldım. Kendimi hayatı yeniden gözden geçirdim, sorguladım kendimi, hayatımı. Bilirsiniz sorgulanmayan hayat, hayat değildir. Orada yavaş süren, keyfine vardığım bir hayat vardı. Hiçbir şey hızlı tüketilmiyordu. Her şeyi yavaş konuşup, yavaş karar verip yavaşça hayata geçiriyordum. Yıldızlara bakma, uçuşan arıları gözlemleme, çekirgelerin seslerine kesilip doğanın mucizelerine tanıklık yapma şansı yakaladım. Yaşamasaydım eksik kalırdım. Çiçek yetiştirmek, toprakla temas yasaktı. Yedi metrelik havalandırma duvarından yukarıya gökyüzüne bakıyorduk. Havalandırmanın beton yarıklarına yukarıdan rüzgarla gelen tohumlar yerleşmiş, tozun, rüzgarın birikintisi oraya doluşmuş, yağan yağmurla da sulanmış yasak olan çiçek betonda yeşermişti. Doğa asla yasak kabul etmez. Sen istediğin kadar yasakla, o yolunu bulur kendini var eder.

Bir gün bahçede güneşte oturmuştuk. Plastik masanın üstünde çiçekli plastik örtü vardı. Bir arı geldi ve masanın üstündeki çiçeklerden toz almaya çalıştı. Fakat bir türlü alamıyordu. Israrla plastik masa örtüsünden de vazgeçmiyordu. Uzun süre diretti, baktığında renkli bir çiçek görüyordu ama toz almaya sıra gelince başaramıyordu, buna anlam veremeden uçup gitti. Arı doğada her şeyin sahici olduğunu biliyordu. Ağacın, çiçeğin, toprağın, ormanın canlı ve sahici olduğuna şartlanmıştı. Arı, her şeyin sahtesinin yapıldığı dünyaya yabancıydı. Bizler her şeyin sahtesini yaptık. İlişkilerin, dostluğun, doğanın sahtesi çabuk türedi. Sahteler bir süre gerçeklerin yerini almaya bizleri kandırmaya ve sahiciyim diyen sahte mesajları gerçek diye yutturmaya başladı.

Dışarıda insanlar sahip olduğu nesnelerin, eşyaların hizmetçisi gibi çalışıyor. İçeride sahip olduğum eşya azdı ve ben çok mutluydum. Çünkü beni oyalamıyordu. Yatağım, kitaplarım, küçük bir radyom kalemlerim ve defterlerim vardı. Çamaşır yıkadığım plastik leğen ve su ısıtıp çay yaptığımız, su ısıtıp banyo yaptığımız, su ısıtıp çamaşır yıkadığımız, içinde yemek yaptığımız çok amaçlı semaverimiz birkaç kaşık, tabak bardak, birkaç parça da giysimiz vardı. Eşyalar bize hizmet etsin diye vardır. Oysa dışarıda olan insanların daha çok eşyaya, daha fazla nesneye sahip olup onlara hizmet etmesi amacıyla sürdürdükleri koşturmanın anlamı yoktur.

Dışarıda insanların bencilleştiğini de gördüm. Acı emen, dert üfleyen, seni dinleyen, ‘iyiyim’ dediğin halde yüzüne bakıp ‘sen iyi değilsin’ diyen dostların azaldığını gördüm. Dünya, hızla eskilerde bizlere öğretilen gelenek, görenek ve ritüelden uzaklaşıyordu. Hızla meta eksenli bir hayat sarmış dört bir yanımızı ve yalnızlığımız artmakta. En çok da kalabalıklarda yalnız olmaya, yaşamaya alışın diyor yeni hayat. Çok insanın arasında yalnız kalmak, kalb para burukluğuyla eşdeğer. Her insanın göğsünde görülmeyen bir tabela vardır. Orada ‘beni önemse’ diye yazar. Eskiler bu tabelayı okuyan gözlere sahipti, oysa şimdi gözler köreldi. Gençlerin gözleri, ellerinden düşürmedikleri androit telefonlarda, yanındakine selam vermeyen bu genç dünyayla temas telaşında. Yanındaki insanların, uçan kuşların sesini, doğanın kendi ritmini dinleme imkanına kulaklara taktıkları kulaklıklarla son vermişler. Kulaklar, beyni felç eden bir volüme teslim olmuş. Devasa bir dünyayı akıllı cihazlarla küçülterek, kendi iletişimsiz dünyamızı yaratmış, farkında olmadan sonumuzu hazırlamışız. Uygarlık ters işliyor, insanın ve insanlığın sonunu hazırlıyor. Doğadan ve doğal olandan uzaklaşıyoruz. Baharda bir fidenin büyümesine, ağaçların tomurcuk açmasına, kuşların, kedilerin, börtü böceğin varlığına yabancılaşmış, bunların renkli suretleriyle dijital dünyada oyalanıyoruz. Ruhsal ve dijital detoksa ihtiyacımız var.

Her şeye yabancılaşan, kendisine uzak insanlar türüyor. Yabancısı olduğumuz dünyada en çok kendimize yabancılaştırıyor bize sunulanlar. Dışarıda ceberrut bir siyasi anlayışla karşılaştım. Siyasi egemen otorite tarafından her gün insanların paylandığını gördüm. Oysa Geleceğin şifresi paylaşımdı. Muazzam Anadolu ve Mezopotamya kültürlerinin yok edilmeye çalışıldığı bir siyasi anlayış hükmediyor Türkiye’de. Oysa halklarının kardeşlik hukukuna halel getirmeden, farklılıkların onay bulduğu bir düzen mümkündür. Anadolu’da bizler Türküz, Aleviyiz, Romanız Ezidiyiz, Süryaniyiz Kürdüz, Yahudiyiz, Arabız, Farsız, Ermeniyiz. Yani hepimiz farklıyız ama eşit olmamıza rağmen tekleştirme ve homojenleştirme çabaları bitmiyor bir türlü. Elbet teki içten samimi BARIŞ çığlığımız, kara/ruhsuz SAVAŞ böğürtüsünü kısacak! BARIŞ gelecek! Hepimizi kardeşçe yaşayacağız. Türkiye’nin kurulduğu 1923’ten beridir her farklı makul yurttaş asimilasyon ve pasifikasyona uğradı! İnsanlar bu arada zorunlu olarak hem etnik, dinsel ve cinsel kimliğini hem de ruhunu kaybetti!

Bu günlerde ölümler başladı yine. İktidardaki partinin oyları azaldı diye BARIŞ masası devrildi. İnsanların susması istendi. Ölüm kusan aletler konuşmaya başladı. Siviller, yaşılar, çocuklar, doğadaki tüm canlılar ölmeye başladı. Bu arada başbakan oylarımız yükseliyor, çabamız sonuç verdi diyor. Ölümler arkasında ağıt yakan annelerin acılarını duymayan Başbakan” Bakın Kürtçe ağıt yakabiliyorsunuz, daha ne olsun” dedikten bir iki gün sonra Kürtçe yayın yapabilen 15 TV’yi kapatılıyor. Aslında Kürtlere şunu demeye getiriyor, “Size Kürtçe ağıt yakabilirsiniz dedim, Kürtçe yayın yapan tv izleyebilirsiniz demedim."

Güzel bir söz vardır; “Unutma, acı duyuyorsan canlısın, başkasının acısını duyabiliyorsan insansın." Yıllardır Kürdistan’nın dört bir yanda, Diyarbakır’da, Şırnak’ta, Kobane’de, Cizre’de, Rojava’da acımızı duymaz oldu kulaklar. Suriye’den binlerce mülteci evinden kaçtı. Duyan olmadı. Ta ki Alan adındaki üç yaşındaki çocuğun cesedinin kıyıya vuran görüntüsü basına yansıyınca. Savaştan kaçan Müslüman mültecilere, komşu Müslüman ülkeler sınırı kapatmasına rağmen Hıristiyan alemi kısmen de olsa kucak açması takdire şayandı. Papanın ‘her kiliseye bir aile yerleşsin’ sözünü, Diyanet İşleri başkanından ‘her camiye bir aile yerleşsin’ şeklinde duymak isterdik. En başta dedim ya dünya çok değişti, kim kimin dostu, kim kimin düşmanı anlamsız hale gelmiş her şey yeni dünyada!

Ben her şeye alışmaya çalışan eş, baba, yazar BARIŞ aktivisti birden kendime o kadar uzak, o kadar tuzak olduğumu gördüm. Oysa hukuk devletinde Vicdan olur, ahlaki dezenformasyon olmaz. Cizre ilçesinde öldürülen çocuk buzdolabında saklandı günlerce. Bu acıyı unutmak mümkün değil.

Bu arada Avrupa Konseyi’nin Türkiye’den “ CİZRE'de inceleme yapmamıza izin Ver” talebi kabul görmedi. Avrupa Konseyi İnsan Hakları Kom. Nils Muiznieks, Operasyonların orantılı/yasal olması için yetkililer/mahkemelerin dikkatle incelemesi gerektiğini söyledi. Düşünün AKP’li İçişleri Bakanı, HDP’li AB Bakanının Cizre'ye girmesini yasakladı. Onlara dedim, AB Bakanı da İçişleri Bakanı'nın AB'ye girmesini yasaklasın, diye beni dinlemediler.

1990’lı yıllarda faili meçhul cinayetlere kurban gidenler hep kuytularda derin çukurlara gömülüyordu! Oysa 2015’de Cizre’de keskinnişancılarla vurulan çocuklarımız derin dondurucularda saklandı. Cesetler hep derin’de saklandı anlayacağınız. Kimse ölümleri görmüyordu, duymuyordu. 90 yıldır Kürdün varlığını ispat etmeye çalıştık; Şimdioysa 2015’de Kürdistan’da Kürd çocuklarının öldüğünü ıspatlamaya çalışıyoruz!

Daha önceleri dağa çıkmak yasaktı, tamam! Sonra sokakta hak aramak itiraz temelli sokakta oturmak, şimdi de sokağa çıkmak YASAKLANDI. Oysa hepimiz biliriz ki özgürlük sokaktadır. Şiddete başvurmadan herkes sokakta hak arayabilmeli, protesto edebilmeli, Kürtçe ağıt değil zılgıt ve slogan atabilmeli. Ben çıkınca aslında dışarının içerisi, içerinin de dışarı olduğunu anladım

Herkesin bir gün bunu anlaması dileğiyle.

Like what you read?

Take action for freedom of expression and donate to PEN/Opp. Our work depends upon funding and donors. Every contribution, big or small, is valuable for us.

Donate on Patreon
More ways to get involved

Search