Skip to main content
Turkey
9 min read

Kitaptan bomba, haberden Molotof kokteyli

Irfan Aktan kişisel otosansür kullanarak nasıl cezaevinden uzak durulabileceğini bilen bir gazetecidir. Türkiye’de bugün ya verdiği haberden ya da çalıştığı basın organının politik görüşünden dolayı sayıları yüze yakın gazeteci tutuklu olarak bulunmaktadır.

Credits Text: İrfan Aktan January 08 2013

Otuz yıldır Türkiye’de devlete karşı silahlı mücadele yürüten Kürdistan İşçi Partisi’nin (PKK) faaliyetleri, Kürt sorununun gündemde kalmasının başlıca nedeni. Dolayısıyla bu örgütün stratejileri, talepleri, faaliyetleri her gazeteci için haber değeri taşır. PKK’yi dikkate almadan Kürt sorunu konusunda herhangi bir öngörüde bulunmak ve hatta haber yapmak bile zordur. Ne var ki Türkiye, gazetecilere, araştırmacılara, akademisyenlere, yazarlara PKK’yi incelemeyi tek bir şarta bağlıyor: “PKK’yi şeytanlaştırarak araştırma yapmak!” Devlete göre PKK’yi şeytanlaştırmadan yapılan her gazetecilik faaliyeti, örgütün propagandasını yapmakla eşanlamlıdır. Devletin bu dayatmasına karşı gazeteciler 1990’lı yıllarda faili meçhul cinayetlere kurban gitmeyi, 2000’lerde ise Terörle Mücadele Yasası kapsamında hapse atılmayı göze almak zorunda kaldılar, kalıyorlar. Aslına bakarsanız Türkiye’de hiçbir zaman düşünce ve ifade özgürlüğü, sıradan bir demokrasinin bile öngördüğü düzeye erişemedi. 1970’lerde yönetmen Yılmaz Güney, 1980’lerde edebiyatçı Mehmed Uzun, 1990’larda Ahmet Kaya gibi yüzlerce kişi düşüncelerinden dolayı yargılandı ve ülkelerini terk etmek zorunda kaldı. Ülkelerinden kaçanlar sürgünde hayatlarını kaybederken, kaçmamakta direnen veya kaçmaya fırsat bulamayanların bazıları ya hapislerde çürüdü veya öldürüldü. Dolayısıyla Türkiye’de düşünce özgürlüğüne yönelik devlet baskısının tarihsel bir arkaplanı olduğunu hafızada tutarak güncele dair değerlendirme yapmaya başlamak gerekiyor.

Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en özgürlükçü söylemlerini kullandığı halde, düşünce özgürlüğüne karşı en az tahammül gösteren Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Haziran 2012’deki bir konuşmasında, Kürt sorunu üzerine çalışan, bunun için de PKK militanlarıyla röportajlar yapan gazetecileri açık bir dille hedef göstererek şunları söylemişti: “Medyaya çağrı yaptık, milletin hassasiyetini lütfen gözetin dedik. Maalesef yeterli desteği yine bulamadık. Terörist elebaşlarıyla, liderleriyle görüşmeyi başarı telakki eden medya mensupları var. Acaba siz bunları yapmak suretiyle benim ülkeme, terörün çözümüne ne kazandırdınız, söyler misiniz? Gittiler Kandil’de terör örgütünün yöneticileriyle görüştüler, etrafa sempati pompaladılar. Terör örgütüne adeta oksijen verdiler. Terörle mücadelede bırakın tarafsız kalmayı, güvenlik güçlerinin moralini bozmak, kararlılığını kırmak için her yola başvurdular.”

Geri çekilen davetler
Erdoğan’a göre bir gazeteci ya devletten yanadır veya PKK’den! Onun hedef gösterdiği gazeteciler ise ya işlerini kaybeder, ya yargılanır veya “hizaya” gelerek otosansüre başvurur. Erdoğan’ın medya patronlarına yönelik örtük veya açık uyarıları sonucunda Türkiye’nin tanınmış gazetecileri, örneğin Yıldırım Türker, Banu Güven, Ruşen Çakır, Can Dündar, Nuray Mert, Ece Temelkuran, son iki yıl içinde işlerini kaybettiler! Çünkü Erdoğan, kendisini eleştiren veya Kürtlerin haklarından söz eden gazetecilerin patronlarını hiç tereddüt etmeden, kamuoyu önünde tehdit ediyor ve “bunların maaşlarını siz ödüyorsanız, bedelini de siz ödersiniz” diyor.

Hükümetin bu uyarılarına anaakım medyada riayet etmeyen neredeyse hiçbir patron yok. Bir gazeteci olarak şahsî deneyimlerimi aktarmaktan genelde imtina ederim ama aşağıda aktaracaklarımın pek de şahsî olmadığını düşünüyorum. 12 Haziran 2011 genel seçimleri öncesinde bir televizyon programının editörü beni telefonla aradı. Editör, programın sunucusu ve iki gazeteciyle birlikte Ankara ve İstanbul’dan Diyarbakır’a gidileceğini, burada da hükümetin bir bakanıyla program yapılacağını, programda bakana sorular sormak üzere beni de Ankara’dan Diyarbakır’a götürmek istediklerini söyledi. Diyarbakır’ı da özlemiştim açıkçası. Televizyon kanalının bu teklifini kabul ettim. İşten çıkıp eve geldim, çantamı hazırlarken telefonum çaldı. Programın editörü utangaç bir edayla, uçak biletini ayarlayamadıklarını söyleyip özür diledi ve konu kapandı. Ne var ki, ertesi gün söz konusu programa muhalif olmayan iki gazetecinin katıldığını gördüm. Üstelik ikisi de Ankara’dan götürülmüştü! Kısa süre sonra bir başka televizyon kanalı beni Ankara stüdyosundan İstanbul’daki programa bağlamak istediklerini söyledi. Enteresan bir şekilde, bu davetten birkaç saat sonra yine programın editörü arayıp; “Çok özür dilerim ama Ankara stüdyomuzda teknik aksaklıklar olduğu için sizi yayına alamıyoruz” dedi. Ne var ki aynı programa yine Ankara’dan, iktidar partisinin bir milletvekili konuk olarak alındı.

Basınla, basına kapalı toplantı!
Televizyon programlarına katılmaya meraklı olduğumdan değil ama bu iki olayın, 2011’in başından itibaren hükümetin Kürt politikasındaki değişiklikle yakın tarihlere denk düşmesi tesadüf değildi. Ekim 2011 tarihinde Başbakan Tayyip Erdoğan, anaakım gazete ve televizyonların patronlarını, yöneticilerini toplamış ve basına kapalı bir görüşme gerçekleştirmişti. Evet, ironi filan yapmıyorum, basınla, basına kapalı bir toplantıydı gerçekleştirilen! Hükümet, medya yönetici ve patronlarına Kürt sorunu konusundaki haberciliğin hükümetin “yeni politikasına” uygun şekilde yapılması konusunda “reddedemeyecekleri bir teklif” sunmuştu.

Bazı medya patronları zarar ettikleri halde gazete çıkarmaya devam ediyorlar. Kimi istatistikler, Türkiye’deki gazetelerin onda dokuzunun zarar ettiği halde yayın hayatını sürdürdüğünü gösteriyor. Çünkü medya patronları, hükümetle diğer iş alanlarındaki ilişkilerinin aracı olarak gazetelerini kullanıyorlar. Onlar hükümetin iyi uygulamalarını manşetlere çıkarıp kötü uygulamalarını da gizliyor, hükümet de ihaleler konusunda desteğini sürdürüyor. Karşılıklı “hassasiyetler” de gazetecilere sansür ve giderek otosansür olarak yansıyor.

Bu karşılıklı anlaşma çemberinin dışında kalan az sayıdaki muhalif gazeteci ise ya işlerini kaybediyor veya yargı kıskacına alınarak susturulmaya çalışılıyor. Hapisteki gazetecilerin çoğunun Kürt basınından olması tesadüf değil. Halen Türkiye’de 100’e yakın gazeteci, yaptıkları haberlerden veya çalıştıkları basın kuruluşlarının siyasî duruşundan ötürü hapishanelerde tutuluyor. Bunların içinde yakından tanıdığımız pek çok arkadaşımız var. Örneğin hâlâ cezaevinde bulunan Dicle Haber Ajansı muhabiri arkadaşımız Kenan Kırkaya’nın devletin insan hakları ihlallerini, Kürtlere yönelik antidemokratik uygulamalarını haberleştirmek dışında bir aktivitesi yoktu. Zaten polis sorgusunda Kenan’a yaptığı haberler sorulmuştu. Kenan’ın yaptığı haberler adeta birer molotof kokteyli olarak görülüyor! Daha da vahimi, savcılık dosyası gizli tutulduğundan ne Kenan ne de biz, tam olarak neyle suçlandığını bilemiyoruz!

“Akıllı gazeteciler”
Çarpıcı bir anekdot daha aktarayım: 2011’in soğuk bir Şubat akşamında Ankara’daki bir meyhanede gazeteci arkadaşım Ahmet Şık’la buluşmuştuk. Ahmet, üzerinde çalıştığı kitaptan söz ederken şakalaşmıştık. Ben, kitabına koymayı düşündüğü “İmamın Ordusu” ismini beğenmediğimi söyleyip alay edince, o da bana “eğer akıllı bir gazeteci olsaydın, bir paragraftan dolayı hapis cezası almazdın” demiş ve kahkahayı basmıştı. (Türkiye’de akıllı gazeteciler, hapse girmemenin yollarını iyi bilir, otosansür uygulayarak bu tehlikeden kurtulurlar!) Express Dergisi’nin Eylül 2009 tarihli sayısında yazdığım bir haberde, PKK militanlarının görüşlerine de yer verdiğim için 15 ay hapis cezasına çarptırılmıştım. (Bu dava sürecinde ve sonrasında yaşadıklarımızı yazımın sonunda aktaracağım) Fakat Ahmet’in benimle ettiği alay ne yazık ki bir hafta sonra tersine döndü. Ahmet, İstanbul’a döndükten sonra gözaltına alındı. Henüz yayınlanmamış, üzerinde çalıştığı kitaptan dolayı 3 Mart 2011 tarihinde tutuklandı! Kitap taslağı toplatıldı ve imha edildi! Başbakan Tayyip Erdoğan, Avrupa’daki çeşitli toplantılarda Ahmet’in kitap taslağını “bombaya” benzetti. Ahmet tam bir yıl hapis yattı. Üstelik Ergenekon isimli militarist-ulusalcı bir örgüte üye olmakla suçlanıyordu! Oysa Ahmet sosyalist bir gazeteciydi ve Ergenekon gibi bir örgüte üye olması, üstelik de bunu bizden gizlemesi için fazlasıyla kurnaz olması gerekirdi! Hâlbuki biz Ahmet’i saflığı, dürüstlüğü, insan haklarına olan duyarlılığı ve en önemlisi de solculuğuyla tanırız! Ahmet hapisten çıktıktan sonra yine Ankara’ya geldi. Yine aynı meyhaneye gittik ve bir yıl önceki muhabbetimizi hatırlayarak gülmeye çalıştık. Fakat ben artık o neşeli Ahmet’i göremiyordum karşımda. Çünkü bu ülkede her kötü şakanın bir gün gerçekleşebileceğini öğrenmişti!

Peki, Türkiye’de gazeteciler nasıl oluyor da yaptıkları haberlerden, henüz yayınlanmamış kitaplarından dolayı hapis cezalarına çarptırılıyor? Bunu daha iyi anlamak için Başbakan Erdoğan ve bakanlarının medya patronlarıyla yaptığı toplantıdan iki yıl öncesine geri dönerek devam etmem gerekiyor.

“Her şey konuşulsun, ama…”
2009 yılının ortalarından, Başbakan’ın medya patronlarıyla yaptığı o “basına kapalı” toplantıya kadarki iki yıllık süreçte, Türkiye’de daha önce esmeyen bir rüzgâra tanık olmuştuk. Dönemin İçişleri Bakanı Beşir Atalay, 2009’un ilk aylarından itibaren basının karşısına çıkıp Kürt meselesi konusunda daha önce konuşulmamış, yazılmamış her şeyin artık tartışılabileceğini açık bir dille ifade etmişti. Bu açıklamadan kısa süre sonra televizyon kanalları neredeyse gece gündüz bu mesele konusunda özel programlar, oturumlar, forumlar düzenlemeye başladı. Daha önce televizyon kanallarında isimleri bile anılmayan muhalif isimler yayınlara çıkarıldı; “radikal görüşler” tartıştırıldı. Sansür bir süreliğine rafa kaldırılmış gibi görünüyordu.

Sonradan öğrendiğimize göre “her şey konuşulsun” dendiği sıralarda Türk istihbaratı MİT ile PKK, Oslo’da gizli görüşmeler yapıyordu. Taraflar görüşürken, gazetecilerin de sorunun tüm yönlerini tartışabilecekleri ifade ediliyordu. Kısa sürede anlaşıldı ki her şeyi tartışabilir, konuşabilir, yazabilirdiniz ama hükümetin politikasına aykırı olmaması şartıyla! Nitekim bir taraftan devlet ile PKK görüşüyor, öbür taraftan hükümetin direktifinden önce de, yıllardır zaten “her şeyi” konuşan, konuşmaya çalışan insan hakları savunucuları, yazarlar, gazeteciler, siyasetçiler Nisan 2009’da başlayan ve avukat, siyasetçi, gazeteci, öğrenci demeden Kürt sorunu konusunda çalışan hemen herkes KCK operasyonlarıyla tutuklanıyordu.

Taraflar anlaşamayınca, gazeteciler hapse giriyor!
Tam da böyle bir süreçte, çalıştığım Express Dergisi için Kürt şehir ve köylerine gidip çeşitli görüşmeler yaptığımda, başta PKK militanları olmak üzere bölgedeki kimsenin, hükümetin samimiyetine inanmadığını gözlemledim. PKK militanları, devletle savaşmadan çözüm olmayacağını söylüyordu. Halk da gündelik hayatlarındaki devlet baskısından yakınıyordu. Yani Ankara’da estirilen pozitif rüzgârla Hakkâri veya Diyarbakır’da esen rüzgâr taban tabana zıttı. Bu izlenimlerimi içeren haberimin Express Dergisi’nde yayınlanmasından kısa süre sonra dergimizin yazıişleri müdürü Merve Erol’la birlikte savcılığa ifade vermeye çağrıldık. Gittik, habercilik yaptığımızı tane tane anlattık. Savcı eline aldığı Express’i karıştırırken karikatür sayfalarına göz attı ve dedi ki, “yahu size ne siyasetten, böyle karikatürler çizin, esprili şeyler yapın!” Elbette kendisine, hükümeti eleştiren karikatüristlerin de başına iş açıldığını, yargılandıklarını söyleyemedik! Aslında savcının bizim ifademize başvurmasına gerek yoktu. Karar belli ki çoktan verilmişti. “Terör örgütü propagandası” yapmaktan hakkımızda dava açıldı, Haziran 2010’da 15 ay hapis ve 16 bin TL hapis cezasına çarptırıldık. 2012’de çıkarılan bir yasayla cezamız, 5 yıl boyunca aynı “suçu” işlememek kaydıyla ertelendi. Hükümet bu yasal düzenlemeyi reform olarak lanse etti ama aslında bizim gazetecilik faaliyetlerimiz 5 yıl boyunca ipotek altına alındı. Ben ve benim gibi gazetecilerin önünde şu an iki seçenek var. Ya 5 yıl boyunca aynı “suçu” işlememek için gazeteciliği bırakacağız veya hapsi göze alarak mesleğimizi sürdüreceğiz. Kitabın bomba, haberin Molotof kokteyli kadar tehlikeli ve suç olarak görüldüğü bir ülkede bu gazetecilerin hangi seçeneği tercih ettiğini kestirmek çok da güç olmasa gerek.

Like what you read?

Take action for freedom of expression and donate to PEN/Opp. Our work depends upon funding and donors. Every contribution, big or small, is valuable for us.

Donate on Patreon
More ways to get involved

Search